-1-
‘Umudum sendedir dur
Leyla Leyla’
Bir
kareye sığmış, omuz omuza iki insan. Hiç tanımadığı, ilk kez karşılaştığı iki
sima. Sarıdan turuncuya yol almış kabarık uzun saçlar ile bembeyaz bir tenin
üzerine motif gibi kondurulmuş iki yeşil gözü çevreleyen uzun, kara kirpikler.
Kirpikler açılıp kapandıkça ufak bir tepe gibi duran elmacık kemiklerine sanki
gölgeler düşecek. Rüzgarda sallanan ağaç dalları misali. Yanaktan elmacıklara
doğru sürülmüş kırmızı bir boya. Doğallıktan uzak, acemice, alelade. Yanakların
kırmızılığını bastırmak istercesine, ben de buradayım diyen iki dudak. Boynu
açıkta bırakan, vatkalı, kabarık kollu saten bir yeşil. İlk bakışta güzellik ve
çekicilik intibası bırakan bu kadına dikkatlice bakıldığında; aslında sıradan,
bayağı bir hava seziliyor.
Yanında
duran keskin çizgili ve kemikli yüzlü, siyah saçlı, siyah demenin yetersiz
kalacağı kadar kara bıyıkları olan bu adama baktığında ise onu tanıdığını
anladı Leyla. Sanki yıllardır görmediği uzaktan bir akrabasına bakar gibi baktı.
Adı dilimin ucunda dercesine, gözlerini kısarak baktı. Yüzünü tanımakta
zorlansa bile muhakkak üzerindeki parlak gri takım elbiseden tanıyacaktı onu.
Hatıralar kırık bir testiden sızar gibi sızdı gözlerine. Yavaş, ama soğuk.
Hatırladıkça geçmişi ürperdi.
Gri
parlak takım elbise… 1980 yılının eylül ayı. Sazlar çalıyor bir yandan, bir
yandan tepsiler taşınıyor sofralara, kazanlardan dumanlar yayılıyor aşağı
mahalleye davetkar bir esintiyle. Kokular karıştı birbirine. Hamur aşının
içinde kaynayan kuzu etinin kokusu ile boynuna sıkılan, komşu kızının bir yüce
gönüllülükle daha doğrusu aşağılamakla karışmış gösterişle ’Hadi sıkıverin
bakalım.’ dediği parfümün kokusu birbirine girmiş vaziyette. Bedeni orada,
kokular, görüntüler, sesler orada ama ruhu bir kıl çadırda kalmış.
Beni
dertten derde saldın
Şu
gönlümü nasıl çaldın?
Öldüm
de belamı buldum
Güzel,
bu nasıl sevdaymış?
Atam
dedim atılmıyor
Satam
dedim satılmıyor
Akşam,
sabah yatılmıyor
Güzel, bu nasıl sevdaymış?
…diyor bir ses. Üç ayak
yukarıdaki odanın penceresinden gözlerini çevirip sesi arıyor Leyla. O ses
ruhunu o kıl çadırdan çıkarıp bu temaşanın içine sürüklüyor. O ses kalbini
göğüs kafesini yırtarcasına çıkarıp boğazına tıkıyor. Yutkunamıyor Leyla. Nefes
alamıyor Leyla. O sesi arıyor. Sazlar? Sazlar nerede çalıyor? Saçlarına takılan
tellerin bozulmasına aldırmadan çıkarıyor başını pervazdan. Ve tekrar ruhu o
kıl çadıra süzülüyor. Gri takım elbisesi ile karşısında duruyor, ‘Beni dertten
derde saldın.’ diyor. ‘Şu gönlümü nasıl çaldın?’ diyor. ‘Güzel bu nasıl
sevdaymış?’ diyor.
Elindeki fotoğrafı birden attı Leyla. Sanki zehirli bir
ota dokunmuş gibi. Anılar buz gibi akınca zihnine, bedeni de buz kesti. 25
senedir gün be gün düşündüğü bu yüzü nasıl bu kadar geç anımsayabilirdi? 25
senedir her saatinde, uykularında, düşlerinde, yemesinde, içmesinde,
ağlamasında, gülmesinde, sevişmesinde dahi gözlerinin önünden gönderemediği bu
yüzü nasıl bu kadar geç hatırlayabilirdi?
Kafasının içi zonkluyor, gözlerinden iplik iplik yaşlar
sızıyor. Ağladığının farkında bile değil oysa ki. Fotoğrafı yerden geri
almaktan korktu Leyla. Sanki elindeki bir fotoğraf değil de canlı canlı
karşısına çıkacak gelecekti. ‘Hadi’ diyecekti yine. ‘Hadi Leyla, gidelim,
yeterim, buradayım, seninleyim, gidelim.’ diyecekti. Değil dağ bayır koşmak
peşinden, karşı komşuya dahi gitmeye zorlanan ayakları nasıl taşıyacaktı bu
ağır yükü şimdi. Derin bir nefesle eğildi yere, aynı oda, aynı pencere. Gelin
teli düşmedi bu sefer gözlerinin önüne. Tuttuğu onun elleri değildi bu sefer
yalnızca bir kağıttı ama nedense aynı sıcaklığı hissetti, soğuk, kurumuş
ellerinde. ‘Atam dedim atılmıyor/Satam dedim satılmıyor.’ diyordu içindeki
susmayan türküler. Ne atıldı ne satıldı şimdiye dek demek ki. Karşısında bir
kağıt içine hapsolmuş halde olsa dahi yüreğinde tekrar tekrar canlanıyordu.
İlk bakışta beğendiği bu boyalarla, ışıklarla, satenlerle
bezeli kadına şimdi gerçekten bir öfke duyuyordu. Kadınlığın verdiği kıskançlık
ile tekrar inceledi yüzünü, kaşını, gözünü. Kimdi? Ne işi vardı? Asıl sorması gereken soru yıllar sonra bu
fotoğrafın ona nasıl ulaştığı olması gerekirken, o cinsinin kalıplarına yenik
düşmüştü. İçinde canlandı örgülü saçları, çiçekli eteğiyle o genç kız. ‘Ahmet,
kim o kız?’ dedi. ‘Kim o yanına gelip kulağına fısıldayan?’ Muzip gülüşü
bıyıklarının altından beyaz dişlerini araladı Ahmet’in. Bu tatlı atışma,
sorgulama, bakışma bitmesin diye uzattıkça uzatırdı Ahmet. Ama uzatmadı bu
sefer. Çünkü ne Leyla saç örgüleri sırtını döven genç kızdı. Ne de o bağlaması
ile kızları divane eden delikanlıydı. O sadece bir fotoğraftı. Cansız,
nefessiz, sessiz…
‘Dağlar yol vermiyor kar
Leyla Leyla’
En zorudur kış mevsiminde kuzulayacak koyunların zamanını beklemek. Soğuyan hava, bastıran kar, çöken ağılların sazdan yapılma çatıları, çamur, yokluk, yoksulluk, çaresizlik… Çok şahit olmuştu Leyla koyunların doğumuna. Gebe koyunların bağırtıları ile bölünen uykusu çok olmuştu. Kimi zaman da hiç ses etmeden bir kenarda doğuran koyunlar olurdu. Sabah ağıla girince anasının yanında zorlukla ayakta duran küçük bir can karşılardı onu. Ama sancı çeken koyunlardan hep çok korkardı. Kimi zaman anayı da kuzuyu da kaybederlerdi bu sancıların pençesinde. O zaman hep kendi annesinin de böyle kıvranıp kıvranmadığını sorgulardı. Elini tutan olmuş muydu, içini ferahlatan, başını okşayan olmuş muydu bu gebe koyunun burnunu okşadıkları gibi. Kırsalda kanundur, davara gösterilen özen insana, hele ki kadına, kıza gösterilmez. Koyun, kuzu, inek, dana hastaysa baytara haber edilir ama bir kadınsa söz konusu kadere teslim edilirdi çoğu zaman. İşte bu doğum anlarında kendini, anasını düşünürdü Leyla. Kendini suçladı epeyce bir vakit. Ben olmasaydım anam yaşardı, ben öyle lanetliyim demek ki anamı bile öldürmüşüm doğumunda derdi kendi kendine. Çocuk aklı buna ererdi yalnızca. Yeni doğan kuzunun bir içgüdü, bir ilahi yönelişle burnunu iterek anasının memesini buluşunda kendine bir hasretlik bulurdu. Hiç yaşamadığı bir duyguyu merak ederdi. Kendi anasının kokusu nasıldı?
Kokuyu saklayabilmenin bir yolu olsa derdi hep. Olsaydı belki benim için de anamın kokusunu saklarlardı diye düşünürdü. Hatıraların kokusu olacağını, saklamak için bir yolu aramaya ihtiyaç olmadan da burnunun ucuna koyabileceğini çok sonra öğrenecekti. Dedesinin sigara kokan ellerinde nefreti hatırlayacaktı mesela, ninesinin peynir kokan etekliğinde minneti, şefkati hatırlayacaktı. Papatyaların, yarpuzların, sarı yabangüllerinin kokusunda bir kuş gibi özgürlüğü anımsayacaktı. Ancak hiçbir uyarana ihtiyaç duymadan burnunun ucundan gitmeyen o kokuyu bir an bile unutmayacaktı.
Karların
kar üstüne yağdığı, çamur çağşık içinde kuzuların doğduğu, terkedilmiş bir yer
gibi ölüm sessizliğine bürünmüş Tekkeli köyünde sükûneti iki ses bölüyordu.
Biri Akkız’ın meleyişleri, diğeri de Akkız kadar beyaz, güzel Zehra’nın
çığlıkları. Yaylaya çıkmalarına daha en az bir ay vardı. Bu aralar koyunların
doğurmasından hoşnutsuzdu Çolak İbrahim. Soğukta, bu sıkışık ağılda onlarla
uğraşmak zoruna gidiyordu. Ancak Zehra’nın bu erken doğumundan memnundu. Çünkü
gebe bir kadınla yaylaya çıkmak zor olacaktı. En azından yayla zamanına kadar
kendine gelir bir işin ucundan tutar diyordu. Erken doğum olduğunu da bilen yok
tabi ki. Tahminlere dayanan aybaşı günlerinin hesabıyla nisanda doğururum
diyordu Zehra ama daha şubat çıkmadan sancı girdi kasıklarına.
Hemen
haber salındı köyün ebelerine. Çarşaflar saklandığı yerden çıkarıldı, bir ayine
hazırlanır gibi hazırlandı tek göz oda. Sular kaynıyor, dualar dudaklarda
kıpırdıyor, aminler eyvahlara karışıyordu. Eyvah diyorlardı, çünkü Zehra’nın
çatısı dardı. Dar, olmaz, çok zor, ikisinden birini kaybederiz diyordu Ebe
Saliha. Çatıdaki karları eritirdi damla damla süzülen terleri, karşı köydeki
bebeği uyandırırdı feryatları. Saliha tüm gayreti ile el aldığı ebelerden
öğrendiklerini yapıyor, bir yandan dualar ediyor, bir yandan korkuyor ama
korkusunu gizliyordu. Dakikalar, saatler ilerledi. Zehra’nın nefesi artık
kesilmişti. Dualar sustu, dudaklar kıpırdamaz oldu. Sonrası bir çığlık daha
duyuldu. İncecik, tedirgin, narin bir çığlık. Leyla işte ilk ve son kez
bağırabildi ömrünce. Sadece o an isyan etti bu zalim dünyanın suretine.
Yağmurlar
yağdı eritti bütün karları, yağan yağmur değildi de Zehra’nın dünya gözüyle
göremeden göçtüğü bebeğine olan hasret gözyaşlarıydı. Kimi zaman gürül gürül kimi
zaman usul usul. Leyla bir süt anneye verilmiş, iki aylık bakım karşılığında
anneliğin ederi üç toklu koyunla pazarlık bitmişti. Babası İbrahim’in tüm
planları alt üst olmuş, eşine üzülmeyi bir kenara koyup yaylaya vaktinde
çıkamayışına yanar olmuştu. Zehra’sız nasıl olurdu işler, koyunları kim sağar,
yemeği kim yapar, hele hele bebeye kim bakacaktı?
İşte
Leyla böyle kimsesiz geldi kimsesiz dünyaya. Hep el koynuna nasip oldu beyaz
teni. Anasının koynunu da göremedi sevdiğinin koynunu da. Bebek olamadan çocuk,
çocuk olamadan kadın, kadın olamadan ana oldu, eş oldu, hevesleri göz
pınarlarında biriken birer yaş oldu. Ağlayamadı belki de kundağında kim bilir? Dayak
yedi sürüyü çeviremedi diye, aş tasını devirdi babası tuzsuz oldu diye, el
sürdü dedesi yaşı 15 oldu diye, ağlayamadı… Anasının rahminden sıyrılışında
ağladı yalnızca avazı çıktığınca. Sonrasında yaşanan tüm ağlamalar sessizdi,
içine içine, yüreğindeki selleri taşkınlara çevirdi hep. Ama gizlendi kuytulara,
diyemedi kimseye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder