28 Mayıs 2024 Salı

GİRDAP

 -1-

‘Umudum sendedir dur Leyla Leyla’

 

Bir kareye sığmış, omuz omuza iki insan. Hiç tanımadığı, ilk kez karşılaştığı iki sima. Sarıdan turuncuya yol almış kabarık uzun saçlar ile bembeyaz bir tenin üzerine motif gibi kondurulmuş iki yeşil gözü çevreleyen uzun, kara kirpikler. Kirpikler açılıp kapandıkça ufak bir tepe gibi duran elmacık kemiklerine sanki gölgeler düşecek. Rüzgarda sallanan ağaç dalları misali. Yanaktan elmacıklara doğru sürülmüş kırmızı bir boya. Doğallıktan uzak, acemice, alelade. Yanakların kırmızılığını bastırmak istercesine, ben de buradayım diyen iki dudak. Boynu açıkta bırakan, vatkalı, kabarık kollu saten bir yeşil. İlk bakışta güzellik ve çekicilik intibası bırakan bu kadına dikkatlice bakıldığında; aslında sıradan, bayağı bir hava seziliyor.

Yanında duran keskin çizgili ve kemikli yüzlü, siyah saçlı, siyah demenin yetersiz kalacağı kadar kara bıyıkları olan bu adama baktığında ise onu tanıdığını anladı Leyla. Sanki yıllardır görmediği uzaktan bir akrabasına bakar gibi baktı. Adı dilimin ucunda dercesine, gözlerini kısarak baktı. Yüzünü tanımakta zorlansa bile muhakkak üzerindeki parlak gri takım elbiseden tanıyacaktı onu. Hatıralar kırık bir testiden sızar gibi sızdı gözlerine. Yavaş, ama soğuk. Hatırladıkça geçmişi ürperdi.

Gri parlak takım elbise… 1980 yılının eylül ayı. Sazlar çalıyor bir yandan, bir yandan tepsiler taşınıyor sofralara, kazanlardan dumanlar yayılıyor aşağı mahalleye davetkar bir esintiyle. Kokular karıştı birbirine. Hamur aşının içinde kaynayan kuzu etinin kokusu ile boynuna sıkılan, komşu kızının bir yüce gönüllülükle daha doğrusu aşağılamakla karışmış gösterişle ’Hadi sıkıverin bakalım.’ dediği parfümün kokusu birbirine girmiş vaziyette. Bedeni orada, kokular, görüntüler, sesler orada ama ruhu bir kıl çadırda kalmış.

Beni dertten derde saldın

Şu gönlümü nasıl çaldın?

Öldüm de belamı buldum

Güzel, bu nasıl sevdaymış?


Atam dedim atılmıyor

Satam dedim satılmıyor

Akşam, sabah yatılmıyor

Güzel, bu nasıl sevdaymış?

…diyor bir ses. Üç ayak yukarıdaki odanın penceresinden gözlerini çevirip sesi arıyor Leyla. O ses ruhunu o kıl çadırdan çıkarıp bu temaşanın içine sürüklüyor. O ses kalbini göğüs kafesini yırtarcasına çıkarıp boğazına tıkıyor. Yutkunamıyor Leyla. Nefes alamıyor Leyla. O sesi arıyor. Sazlar? Sazlar nerede çalıyor? Saçlarına takılan tellerin bozulmasına aldırmadan çıkarıyor başını pervazdan. Ve tekrar ruhu o kıl çadıra süzülüyor. Gri takım elbisesi ile karşısında duruyor, ‘Beni dertten derde saldın.’ diyor. ‘Şu gönlümü nasıl çaldın?’ diyor. ‘Güzel bu nasıl sevdaymış?’ diyor.

            Elindeki fotoğrafı birden attı Leyla. Sanki zehirli bir ota dokunmuş gibi. Anılar buz gibi akınca zihnine, bedeni de buz kesti. 25 senedir gün be gün düşündüğü bu yüzü nasıl bu kadar geç anımsayabilirdi? 25 senedir her saatinde, uykularında, düşlerinde, yemesinde, içmesinde, ağlamasında, gülmesinde, sevişmesinde dahi gözlerinin önünden gönderemediği bu yüzü nasıl bu kadar geç hatırlayabilirdi?

            Kafasının içi zonkluyor, gözlerinden iplik iplik yaşlar sızıyor. Ağladığının farkında bile değil oysa ki. Fotoğrafı yerden geri almaktan korktu Leyla. Sanki elindeki bir fotoğraf değil de canlı canlı karşısına çıkacak gelecekti. ‘Hadi’ diyecekti yine. ‘Hadi Leyla, gidelim, yeterim, buradayım, seninleyim, gidelim.’ diyecekti. Değil dağ bayır koşmak peşinden, karşı komşuya dahi gitmeye zorlanan ayakları nasıl taşıyacaktı bu ağır yükü şimdi. Derin bir nefesle eğildi yere, aynı oda, aynı pencere. Gelin teli düşmedi bu sefer gözlerinin önüne. Tuttuğu onun elleri değildi bu sefer yalnızca bir kağıttı ama nedense aynı sıcaklığı hissetti, soğuk, kurumuş ellerinde. ‘Atam dedim atılmıyor/Satam dedim satılmıyor.’ diyordu içindeki susmayan türküler. Ne atıldı ne satıldı şimdiye dek demek ki. Karşısında bir kağıt içine hapsolmuş halde olsa dahi yüreğinde tekrar tekrar canlanıyordu.

            İlk bakışta beğendiği bu boyalarla, ışıklarla, satenlerle bezeli kadına şimdi gerçekten bir öfke duyuyordu. Kadınlığın verdiği kıskançlık ile tekrar inceledi yüzünü, kaşını, gözünü. Kimdi? Ne işi vardı?  Asıl sorması gereken soru yıllar sonra bu fotoğrafın ona nasıl ulaştığı olması gerekirken, o cinsinin kalıplarına yenik düşmüştü. İçinde canlandı örgülü saçları, çiçekli eteğiyle o genç kız. ‘Ahmet, kim o kız?’ dedi. ‘Kim o yanına gelip kulağına fısıldayan?’ Muzip gülüşü bıyıklarının altından beyaz dişlerini araladı Ahmet’in. Bu tatlı atışma, sorgulama, bakışma bitmesin diye uzattıkça uzatırdı Ahmet. Ama uzatmadı bu sefer. Çünkü ne Leyla saç örgüleri sırtını döven genç kızdı. Ne de o bağlaması ile kızları divane eden delikanlıydı. O sadece bir fotoğraftı. Cansız, nefessiz, sessiz…

 

‘Dağlar yol vermiyor kar Leyla Leyla’

            En zorudur kış mevsiminde kuzulayacak koyunların zamanını beklemek. Soğuyan hava, bastıran kar, çöken ağılların sazdan yapılma çatıları, çamur, yokluk, yoksulluk, çaresizlik… Çok şahit olmuştu Leyla koyunların doğumuna. Gebe koyunların bağırtıları ile bölünen uykusu çok olmuştu. Kimi zaman da hiç ses etmeden bir kenarda doğuran koyunlar olurdu. Sabah ağıla girince anasının yanında zorlukla ayakta duran küçük bir can karşılardı onu. Ama sancı çeken koyunlardan hep çok korkardı. Kimi zaman anayı da kuzuyu da kaybederlerdi bu sancıların pençesinde. O zaman hep kendi annesinin de böyle kıvranıp kıvranmadığını sorgulardı. Elini tutan olmuş muydu, içini ferahlatan, başını okşayan olmuş muydu bu gebe koyunun burnunu okşadıkları gibi. Kırsalda kanundur, davara gösterilen özen insana, hele ki kadına, kıza gösterilmez. Koyun, kuzu, inek, dana hastaysa baytara haber edilir ama bir kadınsa söz konusu kadere teslim edilirdi çoğu zaman. İşte bu doğum anlarında kendini, anasını düşünürdü Leyla. Kendini suçladı epeyce bir vakit. Ben olmasaydım anam yaşardı, ben öyle lanetliyim demek ki anamı bile öldürmüşüm doğumunda derdi kendi kendine. Çocuk aklı buna ererdi yalnızca. Yeni doğan kuzunun bir içgüdü, bir ilahi yönelişle burnunu iterek anasının memesini buluşunda kendine bir hasretlik bulurdu. Hiç yaşamadığı bir duyguyu merak ederdi. Kendi anasının kokusu nasıldı?  

               Kokuyu saklayabilmenin bir yolu olsa derdi hep. Olsaydı belki benim için de anamın kokusunu saklarlardı diye düşünürdü. Hatıraların kokusu olacağını, saklamak için bir yolu aramaya ihtiyaç olmadan da burnunun ucuna koyabileceğini çok sonra öğrenecekti. Dedesinin sigara kokan ellerinde nefreti hatırlayacaktı mesela, ninesinin peynir kokan etekliğinde minneti, şefkati hatırlayacaktı. Papatyaların, yarpuzların, sarı yabangüllerinin kokusunda bir kuş gibi özgürlüğü anımsayacaktı. Ancak hiçbir uyarana ihtiyaç duymadan burnunun ucundan gitmeyen o kokuyu bir an bile unutmayacaktı.

Karların kar üstüne yağdığı, çamur çağşık içinde kuzuların doğduğu, terkedilmiş bir yer gibi ölüm sessizliğine bürünmüş Tekkeli köyünde sükûneti iki ses bölüyordu. Biri Akkız’ın meleyişleri, diğeri de Akkız kadar beyaz, güzel Zehra’nın çığlıkları. Yaylaya çıkmalarına daha en az bir ay vardı. Bu aralar koyunların doğurmasından hoşnutsuzdu Çolak İbrahim. Soğukta, bu sıkışık ağılda onlarla uğraşmak zoruna gidiyordu. Ancak Zehra’nın bu erken doğumundan memnundu. Çünkü gebe bir kadınla yaylaya çıkmak zor olacaktı. En azından yayla zamanına kadar kendine gelir bir işin ucundan tutar diyordu. Erken doğum olduğunu da bilen yok tabi ki. Tahminlere dayanan aybaşı günlerinin hesabıyla nisanda doğururum diyordu Zehra ama daha şubat çıkmadan sancı girdi kasıklarına.

Hemen haber salındı köyün ebelerine. Çarşaflar saklandığı yerden çıkarıldı, bir ayine hazırlanır gibi hazırlandı tek göz oda. Sular kaynıyor, dualar dudaklarda kıpırdıyor, aminler eyvahlara karışıyordu. Eyvah diyorlardı, çünkü Zehra’nın çatısı dardı. Dar, olmaz, çok zor, ikisinden birini kaybederiz diyordu Ebe Saliha. Çatıdaki karları eritirdi damla damla süzülen terleri, karşı köydeki bebeği uyandırırdı feryatları. Saliha tüm gayreti ile el aldığı ebelerden öğrendiklerini yapıyor, bir yandan dualar ediyor, bir yandan korkuyor ama korkusunu gizliyordu. Dakikalar, saatler ilerledi. Zehra’nın nefesi artık kesilmişti. Dualar sustu, dudaklar kıpırdamaz oldu. Sonrası bir çığlık daha duyuldu. İncecik, tedirgin, narin bir çığlık. Leyla işte ilk ve son kez bağırabildi ömrünce. Sadece o an isyan etti bu zalim dünyanın suretine.

Yağmurlar yağdı eritti bütün karları, yağan yağmur değildi de Zehra’nın dünya gözüyle göremeden göçtüğü bebeğine olan hasret gözyaşlarıydı. Kimi zaman gürül gürül kimi zaman usul usul. Leyla bir süt anneye verilmiş, iki aylık bakım karşılığında anneliğin ederi üç toklu koyunla pazarlık bitmişti. Babası İbrahim’in tüm planları alt üst olmuş, eşine üzülmeyi bir kenara koyup yaylaya vaktinde çıkamayışına yanar olmuştu. Zehra’sız nasıl olurdu işler, koyunları kim sağar, yemeği kim yapar, hele hele bebeye kim bakacaktı?

İşte Leyla böyle kimsesiz geldi kimsesiz dünyaya. Hep el koynuna nasip oldu beyaz teni. Anasının koynunu da göremedi sevdiğinin koynunu da. Bebek olamadan çocuk, çocuk olamadan kadın, kadın olamadan ana oldu, eş oldu, hevesleri göz pınarlarında biriken birer yaş oldu. Ağlayamadı belki de kundağında kim bilir? Dayak yedi sürüyü çeviremedi diye, aş tasını devirdi babası tuzsuz oldu diye, el sürdü dedesi yaşı 15 oldu diye, ağlayamadı… Anasının rahminden sıyrılışında ağladı yalnızca avazı çıktığınca. Sonrasında yaşanan tüm ağlamalar sessizdi, içine içine, yüreğindeki selleri taşkınlara çevirdi hep. Ama gizlendi kuytulara, diyemedi kimseye.

Devamını Oku »