21 Mart 2025 Cuma

 Ben bir çerağ, ben bir çıra

Sensizliğin kör karanlığında.

Yok ve yoksul

Parkesi sökük kalbimin

Ayazı alıyor çatlaklarından.

Fermuarı bozulmuş dilimin

Küfürler fırlıyor, isyanından.

Yoksun ve yoksulum.

Vuslatı muska gibi sarıp asmışım duvardaki çiviye.

Arada bir çıkarıp okunan Mushaf misali

Tahta kaşıkların çinko tabaklara çarpması gibi kulağımda sesin

Bir ihtiyaç misali her sofra başına oturuşumda.

Ben bir kulum

Secdem, seccadem, şeytanım, meleğim karışmış durumda.

Mum söndü.

Çıra islendi.

Parkeler söküldü yerinden

Yokluğunun boşluğunda.

İsyan edemiyor kilitlendi sözler

Çene kemiğinin arasına

Yokluğun,yoksulluğum

Sensizliğin ve seni alıp 

Göçüyorum başka diyarlara.

Devamını Oku »

28 Mayıs 2024 Salı

GİRDAP

 -1-

‘Umudum sendedir dur Leyla Leyla’

 

Bir kareye sığmış, omuz omuza iki insan. Hiç tanımadığı, ilk kez karşılaştığı iki sima. Sarıdan turuncuya yol almış kabarık uzun saçlar ile bembeyaz bir tenin üzerine motif gibi kondurulmuş iki yeşil gözü çevreleyen uzun, kara kirpikler. Kirpikler açılıp kapandıkça ufak bir tepe gibi duran elmacık kemiklerine sanki gölgeler düşecek. Rüzgarda sallanan ağaç dalları misali. Yanaktan elmacıklara doğru sürülmüş kırmızı bir boya. Doğallıktan uzak, acemice, alelade. Yanakların kırmızılığını bastırmak istercesine, ben de buradayım diyen iki dudak. Boynu açıkta bırakan, vatkalı, kabarık kollu saten bir yeşil. İlk bakışta güzellik ve çekicilik intibası bırakan bu kadına dikkatlice bakıldığında; aslında sıradan, bayağı bir hava seziliyor.

Yanında duran keskin çizgili ve kemikli yüzlü, siyah saçlı, siyah demenin yetersiz kalacağı kadar kara bıyıkları olan bu adama baktığında ise onu tanıdığını anladı Leyla. Sanki yıllardır görmediği uzaktan bir akrabasına bakar gibi baktı. Adı dilimin ucunda dercesine, gözlerini kısarak baktı. Yüzünü tanımakta zorlansa bile muhakkak üzerindeki parlak gri takım elbiseden tanıyacaktı onu. Hatıralar kırık bir testiden sızar gibi sızdı gözlerine. Yavaş, ama soğuk. Hatırladıkça geçmişi ürperdi.

Gri parlak takım elbise… 1980 yılının eylül ayı. Sazlar çalıyor bir yandan, bir yandan tepsiler taşınıyor sofralara, kazanlardan dumanlar yayılıyor aşağı mahalleye davetkar bir esintiyle. Kokular karıştı birbirine. Hamur aşının içinde kaynayan kuzu etinin kokusu ile boynuna sıkılan, komşu kızının bir yüce gönüllülükle daha doğrusu aşağılamakla karışmış gösterişle ’Hadi sıkıverin bakalım.’ dediği parfümün kokusu birbirine girmiş vaziyette. Bedeni orada, kokular, görüntüler, sesler orada ama ruhu bir kıl çadırda kalmış.

Beni dertten derde saldın

Şu gönlümü nasıl çaldın?

Öldüm de belamı buldum

Güzel, bu nasıl sevdaymış?


Atam dedim atılmıyor

Satam dedim satılmıyor

Akşam, sabah yatılmıyor

Güzel, bu nasıl sevdaymış?

…diyor bir ses. Üç ayak yukarıdaki odanın penceresinden gözlerini çevirip sesi arıyor Leyla. O ses ruhunu o kıl çadırdan çıkarıp bu temaşanın içine sürüklüyor. O ses kalbini göğüs kafesini yırtarcasına çıkarıp boğazına tıkıyor. Yutkunamıyor Leyla. Nefes alamıyor Leyla. O sesi arıyor. Sazlar? Sazlar nerede çalıyor? Saçlarına takılan tellerin bozulmasına aldırmadan çıkarıyor başını pervazdan. Ve tekrar ruhu o kıl çadıra süzülüyor. Gri takım elbisesi ile karşısında duruyor, ‘Beni dertten derde saldın.’ diyor. ‘Şu gönlümü nasıl çaldın?’ diyor. ‘Güzel bu nasıl sevdaymış?’ diyor.

            Elindeki fotoğrafı birden attı Leyla. Sanki zehirli bir ota dokunmuş gibi. Anılar buz gibi akınca zihnine, bedeni de buz kesti. 25 senedir gün be gün düşündüğü bu yüzü nasıl bu kadar geç anımsayabilirdi? 25 senedir her saatinde, uykularında, düşlerinde, yemesinde, içmesinde, ağlamasında, gülmesinde, sevişmesinde dahi gözlerinin önünden gönderemediği bu yüzü nasıl bu kadar geç hatırlayabilirdi?

            Kafasının içi zonkluyor, gözlerinden iplik iplik yaşlar sızıyor. Ağladığının farkında bile değil oysa ki. Fotoğrafı yerden geri almaktan korktu Leyla. Sanki elindeki bir fotoğraf değil de canlı canlı karşısına çıkacak gelecekti. ‘Hadi’ diyecekti yine. ‘Hadi Leyla, gidelim, yeterim, buradayım, seninleyim, gidelim.’ diyecekti. Değil dağ bayır koşmak peşinden, karşı komşuya dahi gitmeye zorlanan ayakları nasıl taşıyacaktı bu ağır yükü şimdi. Derin bir nefesle eğildi yere, aynı oda, aynı pencere. Gelin teli düşmedi bu sefer gözlerinin önüne. Tuttuğu onun elleri değildi bu sefer yalnızca bir kağıttı ama nedense aynı sıcaklığı hissetti, soğuk, kurumuş ellerinde. ‘Atam dedim atılmıyor/Satam dedim satılmıyor.’ diyordu içindeki susmayan türküler. Ne atıldı ne satıldı şimdiye dek demek ki. Karşısında bir kağıt içine hapsolmuş halde olsa dahi yüreğinde tekrar tekrar canlanıyordu.

            İlk bakışta beğendiği bu boyalarla, ışıklarla, satenlerle bezeli kadına şimdi gerçekten bir öfke duyuyordu. Kadınlığın verdiği kıskançlık ile tekrar inceledi yüzünü, kaşını, gözünü. Kimdi? Ne işi vardı?  Asıl sorması gereken soru yıllar sonra bu fotoğrafın ona nasıl ulaştığı olması gerekirken, o cinsinin kalıplarına yenik düşmüştü. İçinde canlandı örgülü saçları, çiçekli eteğiyle o genç kız. ‘Ahmet, kim o kız?’ dedi. ‘Kim o yanına gelip kulağına fısıldayan?’ Muzip gülüşü bıyıklarının altından beyaz dişlerini araladı Ahmet’in. Bu tatlı atışma, sorgulama, bakışma bitmesin diye uzattıkça uzatırdı Ahmet. Ama uzatmadı bu sefer. Çünkü ne Leyla saç örgüleri sırtını döven genç kızdı. Ne de o bağlaması ile kızları divane eden delikanlıydı. O sadece bir fotoğraftı. Cansız, nefessiz, sessiz…

 

‘Dağlar yol vermiyor kar Leyla Leyla’

            En zorudur kış mevsiminde kuzulayacak koyunların zamanını beklemek. Soğuyan hava, bastıran kar, çöken ağılların sazdan yapılma çatıları, çamur, yokluk, yoksulluk, çaresizlik… Çok şahit olmuştu Leyla koyunların doğumuna. Gebe koyunların bağırtıları ile bölünen uykusu çok olmuştu. Kimi zaman da hiç ses etmeden bir kenarda doğuran koyunlar olurdu. Sabah ağıla girince anasının yanında zorlukla ayakta duran küçük bir can karşılardı onu. Ama sancı çeken koyunlardan hep çok korkardı. Kimi zaman anayı da kuzuyu da kaybederlerdi bu sancıların pençesinde. O zaman hep kendi annesinin de böyle kıvranıp kıvranmadığını sorgulardı. Elini tutan olmuş muydu, içini ferahlatan, başını okşayan olmuş muydu bu gebe koyunun burnunu okşadıkları gibi. Kırsalda kanundur, davara gösterilen özen insana, hele ki kadına, kıza gösterilmez. Koyun, kuzu, inek, dana hastaysa baytara haber edilir ama bir kadınsa söz konusu kadere teslim edilirdi çoğu zaman. İşte bu doğum anlarında kendini, anasını düşünürdü Leyla. Kendini suçladı epeyce bir vakit. Ben olmasaydım anam yaşardı, ben öyle lanetliyim demek ki anamı bile öldürmüşüm doğumunda derdi kendi kendine. Çocuk aklı buna ererdi yalnızca. Yeni doğan kuzunun bir içgüdü, bir ilahi yönelişle burnunu iterek anasının memesini buluşunda kendine bir hasretlik bulurdu. Hiç yaşamadığı bir duyguyu merak ederdi. Kendi anasının kokusu nasıldı?  

               Kokuyu saklayabilmenin bir yolu olsa derdi hep. Olsaydı belki benim için de anamın kokusunu saklarlardı diye düşünürdü. Hatıraların kokusu olacağını, saklamak için bir yolu aramaya ihtiyaç olmadan da burnunun ucuna koyabileceğini çok sonra öğrenecekti. Dedesinin sigara kokan ellerinde nefreti hatırlayacaktı mesela, ninesinin peynir kokan etekliğinde minneti, şefkati hatırlayacaktı. Papatyaların, yarpuzların, sarı yabangüllerinin kokusunda bir kuş gibi özgürlüğü anımsayacaktı. Ancak hiçbir uyarana ihtiyaç duymadan burnunun ucundan gitmeyen o kokuyu bir an bile unutmayacaktı.

Karların kar üstüne yağdığı, çamur çağşık içinde kuzuların doğduğu, terkedilmiş bir yer gibi ölüm sessizliğine bürünmüş Tekkeli köyünde sükûneti iki ses bölüyordu. Biri Akkız’ın meleyişleri, diğeri de Akkız kadar beyaz, güzel Zehra’nın çığlıkları. Yaylaya çıkmalarına daha en az bir ay vardı. Bu aralar koyunların doğurmasından hoşnutsuzdu Çolak İbrahim. Soğukta, bu sıkışık ağılda onlarla uğraşmak zoruna gidiyordu. Ancak Zehra’nın bu erken doğumundan memnundu. Çünkü gebe bir kadınla yaylaya çıkmak zor olacaktı. En azından yayla zamanına kadar kendine gelir bir işin ucundan tutar diyordu. Erken doğum olduğunu da bilen yok tabi ki. Tahminlere dayanan aybaşı günlerinin hesabıyla nisanda doğururum diyordu Zehra ama daha şubat çıkmadan sancı girdi kasıklarına.

Hemen haber salındı köyün ebelerine. Çarşaflar saklandığı yerden çıkarıldı, bir ayine hazırlanır gibi hazırlandı tek göz oda. Sular kaynıyor, dualar dudaklarda kıpırdıyor, aminler eyvahlara karışıyordu. Eyvah diyorlardı, çünkü Zehra’nın çatısı dardı. Dar, olmaz, çok zor, ikisinden birini kaybederiz diyordu Ebe Saliha. Çatıdaki karları eritirdi damla damla süzülen terleri, karşı köydeki bebeği uyandırırdı feryatları. Saliha tüm gayreti ile el aldığı ebelerden öğrendiklerini yapıyor, bir yandan dualar ediyor, bir yandan korkuyor ama korkusunu gizliyordu. Dakikalar, saatler ilerledi. Zehra’nın nefesi artık kesilmişti. Dualar sustu, dudaklar kıpırdamaz oldu. Sonrası bir çığlık daha duyuldu. İncecik, tedirgin, narin bir çığlık. Leyla işte ilk ve son kez bağırabildi ömrünce. Sadece o an isyan etti bu zalim dünyanın suretine.

Yağmurlar yağdı eritti bütün karları, yağan yağmur değildi de Zehra’nın dünya gözüyle göremeden göçtüğü bebeğine olan hasret gözyaşlarıydı. Kimi zaman gürül gürül kimi zaman usul usul. Leyla bir süt anneye verilmiş, iki aylık bakım karşılığında anneliğin ederi üç toklu koyunla pazarlık bitmişti. Babası İbrahim’in tüm planları alt üst olmuş, eşine üzülmeyi bir kenara koyup yaylaya vaktinde çıkamayışına yanar olmuştu. Zehra’sız nasıl olurdu işler, koyunları kim sağar, yemeği kim yapar, hele hele bebeye kim bakacaktı?

İşte Leyla böyle kimsesiz geldi kimsesiz dünyaya. Hep el koynuna nasip oldu beyaz teni. Anasının koynunu da göremedi sevdiğinin koynunu da. Bebek olamadan çocuk, çocuk olamadan kadın, kadın olamadan ana oldu, eş oldu, hevesleri göz pınarlarında biriken birer yaş oldu. Ağlayamadı belki de kundağında kim bilir? Dayak yedi sürüyü çeviremedi diye, aş tasını devirdi babası tuzsuz oldu diye, el sürdü dedesi yaşı 15 oldu diye, ağlayamadı… Anasının rahminden sıyrılışında ağladı yalnızca avazı çıktığınca. Sonrasında yaşanan tüm ağlamalar sessizdi, içine içine, yüreğindeki selleri taşkınlara çevirdi hep. Ama gizlendi kuytulara, diyemedi kimseye.

Devamını Oku »

20 Şubat 2020 Perşembe

BEYAZ


 BEYAZ

    İlkokulda önlüğümün altına yeşil bir pantolon giydirirdi annem. Ablamdan kalma bu rengi solmuş mavi önlüğün içine yakasından daima görünen renkli ve kalın kazaklar giyerdim. Saçlarım o meşhur şemsiye modeli,lastikle bağlanmış,daha doğrusu bildiğiniz don lastiğiyle bağlanmış olurdu. Tokanın olmayışını, don lastiğinin üzerine mavi bir kurdele dolayarak telafi etmeye çalışırdı annem. Ama illa ki o lastik bir yanlardan çıkar, kendini ele verirdi. Bu harika kombinimi mutlaka bir numara önden giden ayakkabılarım tamamlardı.

   Bir de beyaz kızlar vardı. Masmavi önlük altına o zamanlar muz çorap denilen pürüzsüz ince çoraplar,beyaz dantel yakalar,önlük içine balıkçı yaka bembeyaz kazaklar, saçlarda fiyonklu beyaz lastik tokalar. Ha tabi, mutlaka kırmızı veya siyah parlak, tek bantlı ayakkabılar.

   O beyaz kızlar ve benim gibi rengarenk kızlar okulda belge istenmeksizin ayrıştırılabilirlerdi. Köyden gelenler ve ilçedekiler... Beyaz kızlar ödevini yapmazsa mutlaka geçerli bir sebepleri olurdu. Ama uyumsuz kombinli kızlar ödevini yapmamışsa tembeldi,yaramazdı. Buna inanırdım. Çünkü öğretmenim mükemmeldi. Her şeyi bilen, kusursuz bir varlıktı o ve mutlaka bu konuda da haklı olmalıydı. Herhalde beyaz renk diğer tüm renklerden daha üstündü ki parmak kaldırırken bile öncelik onlarındı. Kendimi fark  ettirmek için parlak ayakkabılarım ve beyaz-mavi uyumumun olmasına imkan yoktu. Olsa bile köyden geliyor olma gerçeğimi değiştiremezdim. Ders çalışmam gerektiğini anlıyordum. Bazı sabahlar ezanla uyanıp ders tekrarı yapardım o küçücük yaşımla. Ve başardım. Öğretmenim artık beni de beyaz görüyordu.Ödevlerimi yapar,parmak kaldırdığımda ilk söz alanlardan olurdum. Kendimi beyaz kızlardan sanmaya o kadar kaptırmıştım ki kusursuz öğretmenim gözümde daha da devleşiyordu. Artık kayıtsız bir şekilde ona inanıyor ve tapıyordum. Çünkü o benim renklerime aldırmadan, beni de onlardan saymıştı. Bu büyük bir lütuftu. Ta ki 5.sınıfta içeriye elinde bir poşetle gelene kadar.Bana sınıfın ortasında kendi kızının eskilerini giydirene kadar. İşte o zaman onun gözünde hala beyaz kız olmadığımı anlamıştım. Ne yaptım sizce? Giydim. Getirdiği kıyafetleri hep giydim. Çünkü öğretmenim bunu uygun görmüşse kesinlikle bir bildiği olmalıydı.

   Beyaz kız olma mücadelem bana akademik başarıyı kazandırmıştı. Hala köyden geliyor, uyumsuz ve eski giyiniyordum. Ancak büyüdükçe kendi içimde beyaz kız olma isteğimin söndüğünü fark etim. Başarıyor, önde gidiyor, okuyor, okudukça da anlıyordum. İnsanlar beyaza tapıyordu hala. Siyah ve beyaz vardı onlarda. İyi ve kötü, zengin ve fakir,çalışkan ve tembel, akıllı ve deli, yüksek koltuklar ve ayak altları,lükse kul oluş ve silinip gidişler... Neredeyse tüm insanların bu zıtlıkları vardı. Ve ben bu zıtlıkları çok küçük yaşlarımda, kusursuz sandığım birinden acıyla beraber tatmıştım. Büyüdükçe farklı şekillerde karşıma çıkıyordu. Ancak eskisi kadar çok acıtmıyordu.

   Öğretmen oldum. Kusursuz değilim, hiçbir meslektaşım da değil. Ama biliyorum öğrencilerin gözünde her zaman öyleyiz. Benim için okulda siyah ve beyaz yok. Gökkuşağının tüm renkleri var. Hepsi bir arada ve hepsi uyumsuzlukların uyumu içinde. Hepsi kıymetli,değerli,zıtlıklar içinde görmezden gelinemeyecek kadar parlak ve güzeller...

   Bir beyaz kız olamayan ama tüm renkleri içinde barındıran bir öğretmenden...




Devamını Oku »

1 Aralık 2018 Cumartesi

PENCERE ÖNÜ 


   Sana beni burdan kurtar demiştim. Dayanamıyorum,katlanamıyorum artık demiştim. Belki böyle düpedüz diyemedim ama hissedemez miydin?
Her sabah ve her akşam işten dönüşünde dırdır edercesine söylendim. Kurtar beni. Duymadın,görmedin,bakmadın.


   Bir keresinde duyacak gibi oldun. Ama aklın dünyevi şeylere takıldı başını çevirdin. Hatırladın mı? Hani o kahverengi  kalın ekose ceketin ve bu ceketle hep boynuna sardığın lacivert atkın vardı o gün üzerinde. Soğuktan kızaran yanakların heybetli omuzlarının karşısında yaramaz çocuklar gibiydi. Sen yürüdükçe sarsılan yerle dalga geçer gibiydi gamzelerin. Sanki bir yanın masaya yumruğunu vuruyorken bir yanın acıyan elini üflüyordu. İşte o gün hiç sağa bakmadan yürüdüğün bu sokakta başın sağa dönüverdi. Ve ben seni ilk gördüğüm andan bu yana ömrümce hiç böyle bir heyecanı hissetmemiştim. İşte duyacak beni dedim ki...dairenin altındaki fırına çevrildi gözlerin. Belli ki kahvaltı etmemiştin. Geç uyanmıştın belki de. Acaba gece uykusuz kalmana sebep neydi? Baktın ve geçtin... Ve ben yine,içim buruk kalakaldım öylece.

   Tam iki buçuk yıl beni duy istedim. Bir kez olsun gözlerini tam görebilmek istedim. Olmadı. Sen her sabah bu yoldan işe giderken ben küçük odamın camındaki manzarayı kaldırıp seninle yürüdüğüm yolları düşledim. Ve her akşam dönüşünde içimde bir anne,bir eş,bir çocuk sevinciyle yolunu gözledim. Ama duymadın beni,görmedin. Dayanamıyorum,katlanamıyorum dedim. Duymadın. Kendimi bildim bileli ne iki ayağım üzerinde dimdik durabildim ne de tek bir söz edebildim. Evet belki ne tam bir insan,ne tam bir vücut...Hiçbiri...Ama hiç kimsenin hayatını yarım yamalak bırakmayacak bir kalbe sahiptim.     Duymadın...
Devamını Oku »

10 Kasım 2018 Cumartesi

AÇLIK


  Yine kendiliğimden uyandığım, etrafın koca bir sessizliğe büründüğü, apaydın bir sabah. Kar var... Diz boyu kar... Saatim altı buçuk. Bir çırpıda kalkıp hazırlandım. Servisin kalkışından erken sokakta olmalıyım. Neden mi? Soğuk... Soğuk,çünkü sokakta kar yorganının altında uyuyanlar var.

  Bayat ekmeği almak için gittiğim bakkalın oğlu orada yine. Yüzünde gevşek bir gülümseme. 'Erkencisin hocam,hayırdır? 'Hayır... Sizlerin imkan içinde aklının ucuna dahi getiremediği bir hayır. 'Köpekler.' diyorum,anlamıyor. Anlamasın da.

  Küçük ilçenin çarşısında bir u çiziyorum. Tüm esnaf bana öfkeyle bakıyor. 'Az öteye koy hocam ekmekleri, daha yeni süpürdüm.' Aman kirlenmesin o kazıkçı marketin. 'Sen besliyorsun,gelip bizi ısırıyorlar sonra!' Hayvan da biliyor demek ki lüzumsuzluğunuzu. 'Nasılsa belediye yakında icabına bakar.' Al taşı eline,vur başına,erkenden öldür. Yaşamak ister miydi sizin gibi vicdansızların dünyasında acaba? Daha doğrusu doğmak.

  Az kaldı ekmeğim,vaktim de. Son bir sokak var, oraya da girdim mi işlem tamam, vicdan rahat.
İki koca köpek,masum birer bakış atıyorlar. Sanırım öğrencilerimden sonra en sevdiğim bakışlar onlarda. Bir bütün ekmeği kardeş payı yapıyorum. Sokakların mecburi kardeş yaptığı bu iki cana. Ve kardeş kavgasını bir kez daha yaşıyorum onlarla. Açlık  bu mahlukatlara da kavgayı öğretiyor. Halbuki az evvel uyanmışlardı soğuk Kars sabahına. Bendeki de laf ama! İnsanoğlundaki açlığın sanki nelere sebep olduğunu bilmiyormuşum gibi.

  Bu açlık fizyolojik olan değil.
Bazen oluyor, bu iki köpek kavgası bizim tarafımızda iktidar kavgasına dönüşüyor. Açlık: koltuğa...
Bazen iki genç kız kavasına. Açlık: ilgiye,sevgiye...
Bazen bu kavga içimizde. Ben ve ben, sen ve sen kavga ediyoruz. Açlık: doğru kararlara...

  Açız.Hepimiz açız! Hepimizin açlığı başka. Doyar mıyız bir gün? Bilmem. Ne yapılmalı? Ufaktan başlanmalı. İnandığının peşinden koşmalı. Hataları kulaktaki küpe gibi taşımalı, bir daha yapmamalı. Uzanmalı bir ele. Bazen sevdiğine, bazen bir garibe, bazen bir acize. Ufak, ufak... İnanın küçük dünyamızda büyük tesirlere sebep olacak.


                                                                                                                                                03.12.2016

Devamını Oku »

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Bütün-Beyinli Çocuk


BÜTÜN-BEYİNLİ ÇOCUK




Bu yazımda ele alacağım New York Times Bestseller listesine alınmış;bir ebeveyne,bir öğretmene,bir gence ve kişisel gelişime önem veren herhangi bir bireye yol gösterici olabilecek bir kitap.


Kitabın yazarları nöro-psikiyatrist Daniel J. Siegel ve aile danışmanı Tina Payne Bryson.
Daniel J. Siegel Harvard Üniversitesi'nden mezun bir doktor. Türkçe basılmış bir kitabı da Akıl Gözü adındaki bir kişisel gelişim kitabı. Ayrıca TEDx'te yaptığı oldukça beğeni gören bir konuşması da var ulaşabildiğim.



Erkek bir doktor ve kadın bir psikoterapistin bir araya gelerek oluşturduğu bu kitap kişisel gelişim kitaplarına önyargılı bakan pek çok okurun tabularını yıkabilir bana göre. Çünkü ben de 'Mutlu olmak için 5 adım, hayatınızı 7 günde değiştirin...' gibi klişelerden oldukça sıkılmıştım.


Bu kitabı seçmemdeki sebep yeni eğitim-öğretim yılında 1.sınıf öğrencileri ile beraber olacak olmam. Oldukça kritik bir yaş ve süreç olan 1.sınıf çocukları açıkçası beni korkuttu. Üniversiteden edindiğim bilgilerin yanına bir şeyler koymam gerekli dedim. Çünkü biliyorum ki okuma-yazma öğretmeden daha önemli olan şey davranış edimleri. Çocukların psikolojik,pedagojik ve sosyolojik olarak yaşadığı problemleri görebilmem ve müdahale edebilmem gerekli. Bu kitap bana ne kattı?



Kitaptaki verilmek istenen kazanımlar örnekler üzerinden aktarılıyor. Yazarların danışanlarının ve hastalarının problemleri üzerinden çözüm önerileri aktarılıyor. Böylece akademik bilgiye boğulmuyorsunuz. Kafanızda bir şeyleri canlandırmak ya da günlük hayata aktarmanız kolaylaşıyor. Yabancı da olsa çocuk çocuktur ve sorunlar benzerdir. Ha evet benim köy çocuklarım izci kampıyla futbol rövanş maçı aynı güne denk geldi diye sıkıntı yaşamıyorlar ve bunu çözmekte zorlanmıyorlar ama onların da ikilemde kaldığı ve çözüme ulaştıramadıkları problemleri oluyor.


Kitapta her şey beyni bütünüyle kullanmaya odaklı. Evet,hepimiz biliyoruz,sağ ve sol beyin var. Bunların işlevleri farklı. Ama bu iki kısmı nasıl entegre kullanabileceğimizi bilmiyoruz.
Bir de ortaya alt ve üst beyin çıkıyor bu kitapta. Çoğumuzun duymadığı iki kavram bu. Peki onu nasıl entegre kullanırız? Kitap bunların hepsini gerek örneklerle gerek karikatür ve resimlerle gayet güzel anlatıyor,sıkmıyor,boğmuyor.



Örneğin alışveriş merkezinde,sokakta,çarşıda,pazarda çocuğunuz bağıra çağıra ağlıyor. Susturamıyorsunuz,panik oluyorsunuz,sinirleniyorsunuz. Her öğretmenin ya da ebeveynin kendince çözümleri var. Bazıları can yakıcı,bazıları travma yaratıcı,bazıları da psikolojik olarak yaralayıcı olabiliyor. Kimi zaman çözüm sandığımız uygulamalar kısa süreli bir geçiştirici oluyor.



Gayet mantıklı öneriler bulduğum ve sanki üniversitede ders dinliyormuşçasına notlar aldığım bu kitabı hem kendiniz hem de çocuklarınız için okuyun derim. Önce duyguları,sonra düşünceleri,sonra da davranışları yönetmede belki devrim niteliğinde şeylerle karşılaşmayacaksınız ama ufak nüanslarla kendinize artılar katacaksınız.
Devamını Oku »